Anlıyorum ama konuşamıyorum…

memleketimden yalan manzaraları-1

Anlıyorum ama konuşamıyorum

Anlamıyorsun da konuşamıyorsun da… Aslında anlıyorum dediğin şey, başka biriyle yüzyüze gelince, onun jest ve mimikleri, ayrıca el işaretleri. Konuşamadığın dil bile olsa, tüm dünyada aşağı yukarı aynı olan günlük ihtiyaçlar, yeme-içme, bir şey alıp verme meseleleri büyük ölçüde dil bilmeden yapılabiliyor, aşılabiliyor. Anlıyorum ama cevap veremiyorum derken, karşında kendi memleketinin cari açığı hakkında İngilizce konuşan birine, “bak kendi ülkesinin cari açığını ne güzel anlattı. ha bi konuşabilsem, lafı gediğine oturtcam aslında!” mı demek istiyorsun? Pek tabii ki, hayır! Kişinin yüz ifadesinden sana ne sorduğunu tahmin edebiliyorsun, o kadar? Dili anlayabilsen konuşabilirsin zaten. O nedenle bu yalana bir an evvel bir son verelim ve ne yapabiliriz üzerine konuşalım.

Aslında memleketin dil ile imtihanı, özellikle de İngilizceyle imtihanı, basit bir yöntem sorunu. “Bir dil nasıl öğrenilir?” sorusunu cevaplayamamakla alakalı. Peki, bir yabancı dil nasıl öğrenilir? Cevap: Anadil nasıl öğrenilirse, bir dil nasıl öğrenilirse.

O zaman bir bireyin anadilini öğrenme sürecini izleyerek bunun aşamalarını ortaya çıkarabiliriz. İnsan önce duyarak bir dille karşılaşır. Etrafında anlamsızca kalabalık, devamlı olarak gürültü yapar. Doğduğunda zihni yeterince gelişmediği için, evvelce hiçbir sözü ve söyleneni anlamaz. Sadece duymak ve gözlemekle geçirir etrafı. Kulağı yeterince geliştiğinde artık sesleri ayırt etmeye başlar. Sesi izler, sesin geldi yeri çıkarsamaya, dikkatini oraya toplamaya başlar. Sonra yavaş yavaş kulağı fiziksel gelişimini tamamladıkça, sesler anlamlanmaya başlar. Anasını-babasını ayırt eder mesela. Bu aynı zamanda görsel tanımanın yardımıyla da olur. Yani “su” sesinin “su” kavramını ifade ettiğini, çocuk hem görüp hem tadarken, aynı zamanda “su” dendiğini fark etmeye başlar. Annesi karşısındayken defalarca “anne, anne…” denir kendisine ve o görüntünün “anne” sesiyle ifade edildiği zihnine yerleşir.  Aslında dil öğrenmenin ilk aşaması, hem fizyolojik hem de zihinsel gelişmenin birlikte gerektiği, uzun bir dinleme ve gözlemleme sürecidir. Dinler çocuk, her şeyi dinler, her şeyi gözler…

Sonra taklit etmek ister. Günlerce, aylarca kendisine bahsedilen “su”ya ihtiyacı olduğunu anlatmak ister. “Bu, bu, bu…” der, “s” sesini çıkaramadan. “Mam-ma” der, acıktığını belirtmek için. Devamlı bir imitasyon sürecinde konuşmaya başlar çocuk. Ama bu neredeyse doğumundan bir buçuk, iki yıl sonrasına tesadüf eder. Kelimeleri doğru telaffuz etmek, ailenin ve çevrenin devamlı müdahaleleri ve taklit alıştırmalarıyla üç, dört yaşına kadar sürer. Çocuk beş-altı yaşlarına geldiğinde düzgün cümle kurabilen, kendi sorunu dışarıya iyi ifade edebilen bir bereye dönüşür.

Konuşmayı öğrenen çocuğa şimdi üçüncü görev yüklenir. Zira modern dünyada tüm iletişim sözel yolla olmaz, dolayısıyla duyan ve konuşan insan yeterli değildir. Belki de iletişimin daha büyük kısmı tamamen sembollerle olur. İşte okul sürecinin başlamasıyla çocuğun öğreneceği şey, duyduğu ve konuştuğu seslerin hangi sembollerle ifade edildiğidir. Buna okuma denir. Dilimizde kullandığımız her bir sese karşılık gelen bir sembol vardır (bazen her sese tam karşılık gelen yoktur, eldekilerle idare ederiz mecburen) ve bu sembolleri görünce, o sembole tesadüf eden sesi çıkarmak öğretilir bize. Okuma sürecinde aynı zamanda, bu sembollerin elle nasıl yapılacağı da gösterilir.

İlk başlarda çirkin ve karmaşık üreten bu yazma eylemi, zamanla el alışkanlığına dönüşür ve yazılar giderek daha okunaklı ve estetik bir hal alır. Ancak çocuğun kendi duygu ve düşüncelerini tam olarak ifade edebilmesi için ilkokul üçüncü sınıfı bitirmesini, şöyle dokuzlu, onlu yaşlara gelmesi beklenir. Bir yaz tatili dönüşü öğretmenin onlardan, yaz tatilini içeren bir kompozisyon yazmalarını istemesiyle nihayetlenir. Zamanla okuma faaliyeti, dilin gramer kurallarının öğrenilmesi, bunların ödevler yoluyla denetimden geçirilmesi, kompozisyon yarışmaları vs, artık okuyan ve yazan bireyi karşımıza çıkarır.

İşte anadili öğrenme serüveni kısaca böyledir. Hemen aklımıza şu gelir: “Yandık, anadil on yılda bu kadar çevresel faktörün etkisiyle öğreniliyorsa, yabancı dil hiç öğrenilemez!” Tam olarak öyle değildir durum. Bütün bu on yıllık süreç insanın kendini, etrafını tanıması; beyin, göz, kulak, dil başta olmak üzere fizyolojik gelişme ve zihinsel gelişmeyi tamamlamasıyla alakalı bir süreç. Yani yeni bir dil için on yıla ihtiyaç yok, bilakis bütün bunları tamamlamış, hatta ortaokul-lise bitirmiş insanlar için süreç çok daha kolay.

Öncelikle belli ölçüde kavradığımız dünyayı yeniden tanımamıza gerek yok. Su, kedi, araba, kalem nedir, zaten biliyoruz. Artık bu kavramların, öğrenmek istenilen dilde hangi sözcüklerle ifade edildiğini bilmek yeterli. İkinci olarak, bir dil bilen biri olarak, bu işe sıfırdan başlayan bir bebeğe göre şanslıyız. Özne nedir, nesne nedir, eylem nedir biliyoruz. Üçüncüsü kulağımız daha iyi duyuyor ve ayırt ediyor, dilimiz zor kelimeleri bile telaffuza hazır. İşimiz daha kolay ve kısa sürecek.

Peki, nereden başlamalıyız? Elbette ki, anadili öğrenme sürecine nereden başladıysak oradan. Önce duyarak, bol bol dinleyerek başlanmalı dil öğrenimi. O dilin fonetiği kulaklara yerleşmeli. Dinliyorum ama anlamıyorum! Olsun anlama. Bebekken de her şeyi anlamıyordun, ama bir gün geldi, tüm taşlar oturuverdi yerine. Kendiliğinden konuşuverir, söyleyiverir oldun sözcükleri. Elbette ki, dinlerken ikinci aşamaya da geçilebilir. Konuşma demeyin hemen, taklit deyin önce. Önce taklit, o sözcüklerin söylenişini birebir taklit edin. Anlamasınız da taklit edin. Sonra konuşun yavaş yavaş.

Şimdi istiyorsanız, o dilde seslerin hangi sembollerle ifade edildiğini, yani okumaya geçebilirsiniz. Alın abecesinden başlayın işin. Zamanla da okuduklarınızı daha iyi kavrayıp, sizler o dilde yazı yazmaya başlayabilirsiniz.

Gelelim sizin başınızdan geçenlere. Ortaokulda bir İngilizce öğretmeni sizi “Good morning everybody!” diye selamladıktan sonra, aldı tahta kalemini eline. Yazdırdı harfleri, sonra kelimeler, sonra cümleler… Sonra yazabilenlerin bazılarına okutturmayı denedi. Sınıf zaten en az kırk kişi, nereden sıra gelsin de okusun millet. Zaten birbirimize kulp takmaya, alay etmeye, geri çekmeye bayılıyoruz. Ya yanlış okursak da sınıfta alay konusu olursak. “Tenkyu hocam, ben almi-im!”. Sözün kısası, yazabilen bazıları okuyabilir, okuyabilenlerin bazıları da fırsat bulursa konuşturulur. Konuşan genelde İngilizceyi en iyi kavrayan değil de medeni cesareti en yüksek olandır. Velhasıl, öğrenme sürecinin sonundan (tersten) başlanan dil öğrenimi, diğer çevresel faktörlerin de etkisiyle iyice kilitlenir ve bir çıkmaza girer. Bir önceki haftanın konuları kavranmadan bir sonraki hafta ve bir sonraki hafta. Artık çıkılmaz bir sarmala giren ve kabusa dönüşen İngilizce sevilmeyen, hatta nefret edilen bir düşmandır. Kaçın ondan!

Neticeyi kelam, bir dil ancak ve ancak doğal süreciyle öğrenilebilir. Nasıl ki, anadil öğrenilirken dinleme-taklit (konuşma)-okuma-yazma dörtlü basamağından sırayla çıkılıyorsa; buna tersinden yaklaşılan yazma-okuma-konuşma-dinleme süreçleri (ki bunun sonuncunun varlığından hiç emin değilim) asla başarılı bir sonuç getirmez. Bunun yanında medeni cesaret de olmazsa olmaz. Bir Türk başka bir Türk varken İngilizce konuşmak istemez. Kendini komik hisseder. Devamlı olarak hata yapmaktan korkar, hep panik yapar. Oysa bu dünya eksik bulma, başkalarını sınama dünyası değildir. Siz bildiğiniz yoldan gidin, yanlış yapın ki, doğru yapmayı öğrenin.

Hülasa bu yol izlenirse, zaten ilk aşama anlama, sonrasındaki konuşma kendiliğinden gelir.

Anlarsan, konuşursun da!