Ben sana saygı duyuyorum sen de bana saygı duy!

memleketimden yalan manzaraları-2

Ben sana saygı duyuyorum, sen de bana saygı duy!

“Ben sana saygı duyuyorum, sen de bana saygı duy!” Niye yalan söylüyorsun? Bir kere sen bana zaten saygı duymuyorsun. Elinde fırsat olsa bir kaşık suda boğacaksın. Söylediklerimin senin için hiçbir manası yok; hiçbir anlam ifade etmiyor. O yüzden artık “Ben sana saygı duyuyorum, sen bana saygı duy” yalanını bırakalım.

Öncelikle şunu bilmek lazım, saygı duyulması gereken şey fikrin kendisi değildir. Fikirler değerlendirilmek için vardır. İoanna Kuçuradi’nin dediği gibi: “Fikirlere saygı duyulmaz; insanlara saygı duyulur. Fikir değerlendirme konusudur. Saygı duyulan şey insanın kendisidir. Fikirler tartışılmak ve sınanmak içindir; dolayısıyla otomatikman saygıyı hak etmezler.”

Öte taraftan fikirle bilgiyi de karıştırmamak gerekiyor. Dünya yuvarlaksa yuvarlaktır. “Benim fikrim düz olduğu yönünde” diyemeyiz. Eğer ampirik bilgiyle çatışan bir fikir varsa bu niye saygıya mazhar olsun? Dahası bu fikir insanlığın zararına ise—örneğin insanları öldürmeye, katletmeye yönelikse, ayrımcılık ve dışlayıcılık içeriyorsa, ırkçılık gibi nefret barındırıyorsa—neden saygı duyalım ki?

Fikirler saygı duymayı gerektirmez. Burada asıl saygının neye yöneldiğini söyleyelim: Haklar saygıyı gerektirir. Yani kişinin söz söyleme hakkı vardır; saygı duyulan kısım bu söz söyleme hakkı, düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğüdür. Onun dışındaki içerik için kimsenin katılma ya da saygı duyma zorunluluğu yoktur.

Biz bir dine mensupsak, niye başka bir dinin inanç içeriğine saygı duyalım ki? Dikkat edin din özgürlüğünden, kişilerin tercihlerinden söz etmiyorum, bizatihi o dinin emir ve kaidelerinden söz ediyorum. Kaldı ki kendi inancımızdan başka şeye saygı duyduğumuz da yok. En çok şakaya, dalgaya konu olan Hinduizm’de ineğin kutsal oluşu değil midir? “Bu Hindularda akıl olsa ineğe taparlar mı?” değil midir? İncil tahrif edilmiş, getirilen yüzlerce İncil bir masaya konmuş ve masa sallandıktan sonra çoğu aşağı düşmüş ve içlerinde masada kalan dört tanesi bugün kutsal değeri görmüyor mudur? Bunlar bize çocukluğumuzdan beri öğretilen şeyler değil midir? Ama hep aynı yalan: “Ben sana saygı duyuyorum, sen bana saygı duy.”

Aynı şekilde bir ideolojinin içeriği niçin saygı değer olsun ki? Bir sosyalist için emeği yok sayan veya en azından yeterli değeri vermeyen ve sermayenin çıkarlarını önceleyen liberalizm niçin değerli olsun ki? Elbette bunun tersini söylemek de mümkün. Serbest piyasa ekonomisini savunan liberale sosyalizm içeriğinin saçma gelmesi kadar doğal bir şey yok. Modernist bir insan için dini hayatın merkezine alan bir ideoloji ne kadar arkaikse, bir muhafazakâr için modernizm de dinden ve insani değerlerden uzaklaşan bir saçmalık olarak algılanabilir. İşte dönüp dolaşıp geleceğimiz yer bir fikrin içeriğinin değil, düşünce özgürlüğünün, bir fikri söyleme, ifade etme hakkının saygı değer oluşu ve riayet edilmesi gerektiğidir. Yoksa fikrin içeriğine niçin başkaları tarafından saygı duyma zorunluluğu olsun?

Saygıyı hak eden, haklardır. İnsanların haklara saygı göstermesi ve onlara riayet etmesi gerekir. Bir kişinin ne kadar düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğü varsa, bir diğerinin de tam olarak o kadar düşünme ve ifade etme özgürlüğü vardır. Burada saygı gösterilmesi gereken, riayet edilmesi gereken şey hakkın kullanılmasıdır.

Yani, hep Voltaire’e atfedilen ama aslında Voltaire’in söylemediği, yanlış bilinen o galat-ı meşhur vardır: “Fikirlerinize katılmıyorum ama ifade özgürlüğünüzü kullanmanız için canımı veririm.”
Evet, kimse kimsenin ifade özgürlüğünü kullansın diye canını vermez; bu da bir yalan. Ama burada Voltaire’e yüklenen asıl anlam şudur: Kişinin hakları değerlidir. Kişinin insan olarak sahip olduğu dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez haklar değerlidir.

Peki, bir kişinin düşünce ve inanç özgürlüğü sınırsız mıdır?
Evet, elbette kişinin düşünce ve inancı sınırsızdır. Çünkü düşünce ve inancı sınırlayacak, ölçebilecek, zapturapt altına alabilecek bir mekanizma henüz keşfedilmiş değildir  ve fiilen uygulanması da mümkün değildir. Zaten insanın kalbinde ve zihninde olan bir şeyi engellemenin, kontrol etmenin imkânı yoktur. Bu alan fiilen özgürdür.

Peki, düşünce ve inanç özgürlüğü neden korunmayı hak eder? Madem iç dünyadadır, dışa yansımadığı sürece başkalarına etki etmez; o halde neden anayasal koruma alanına dahil edilir? İnsanın iç dünyasına hitap eden bir hak neden korunur? Korunur, çünkü insan, kendi içeriğine ve değerlerine aykırı bir davranışa zorlanmasın diye. Bir savaşta esir olan bir asker düşünün. Bu askerin sahip olduğu düşünce ve inanç, onu bu düşünceye ve inanca aykırı eylemlere zorlanmaktan korur. Yeme içmenin belli bir otorite kontrolünde olduğu yerleri düşünün; örneğin cezaevi, akıl hastanesi, hastane, çocuk esirgeme yurdu. Buralarda yeme içme devlet kontrolündeyse, Müslüman birine zorla domuz eti yedirilemez. Alkol içeren bir yiyecek sunulamaz, yemesi için zorlanamaz. Kişinin inancı ve düşüncesi çırılçıplak olmayı reddediyorsa, kişi soyulamaz. Yani sadece insanın içinde kaldığını düşündüğümüz bir şey, onu dış etkilerden korur. Örneğin, militarizme karşı bir düşünce dünyasına sahip vicdani retçi bir insan askere zorlanamaz.
Burada şöyle bir handikap görülebilir: Askerlikten kaçmak isteyen herkes “Ben vicdani retçiyim” diyebilir. Evet, bu herkesin hakkıdır. Bu yüzden askerlik dışında bir hizmet, yani kamu hizmeti üretmek gerekir ki, inancı gereği bunu yapmayacağı için bir alternatif sunulabilsin. İnanç ve düşünce özgürlüğünün bireye sağladığı bir pasif koruma mekanizmasıdır.

Öte yandan, ifade özgürlüğü ile düşünce özgürlüğü karıştırılmamalı. İfade ve ibadet, düşüncenin ve inancın dış dünyaya yansımasıdır; dış dünyada bir etki yaratır. Bunlar elbette dış dünyada etki yaptıkları için sınırlanması ve belli koşullara bağlanması mümkün olabilir. Diyeceksiniz ki: “Bir kimsenin inanç hakkı varsa, ibadetini neden yapamasın?” Elbette ibadet yapabilir. İbadet için ayrılmış bir mabet dururken yolun ortasına seccade sermesi de engellenebilir. Bir tramvayı durdurması engellenebilir. Engellenen ibadetin içeriği değil, kamu düzenine yarattığı zarar yahut tehlikedir.

Daha ekstrem örneklerde, örneğin satanist bir inanç sahibi, bakire kanı içmekle ibadet edeceğini düşünüyorsa kamu düzeni buna müsaade etmez. Çünkü ibadet dış dünyada etki üreten bir davranıştır, dolayısıyla kamu düzeniyle sınırlıdır.

Aynı şekilde ifade özgürlüğü de kamu düzeniyle sınırlıdır. Başkalarını suça teşvik etmek, insanları nefret objesi haline getirip şiddete hedef olacak söylemler üretmek, ifade özgürlüğünü sınırlandırılabilir hale getirir. Dış dünyada etkili olan şey kamu düzeniyle sınırlıdır. Sözün içeriği, hiçbir şekilde “saygı” ile kayıtlanamaz. Kişi bir ifadeyi değerlendirir; ona saygı duyar, saygı duymaz, hatta onu kötü bir fikir olarak görebilir. Kimsenin bir fikrin içeriğine saygı duyma mecburiyeti asla yoktur.

Sonuç olarak, “Ben sana saygı duyuyorum, sen bana saygı duy” toplumumuzdaki en büyük yalanlardan biridir. Bir kere kimse kimseye saygı duymuyor. Yoksa insanların fikirleri bastırılmaz, sadece düşüncesini dile getirdiği için insanlar hapse atılmaz, adli ve idari soruşturmalara uğramazdı. Öte yandan saygı duyma mecburiyetimiz olmadığını bilsek daha da rahatlayacağız. Evet öyle bir mecburiyetimiz yok. Lütfen benim fikrime saygı duymayın, kendi saçma fikirleriniz için benden saygı beklemeyin. Peki toplum birbirine saygı duymadan mı yaşayacak? Hayır. Saygı hakkın kullanılmasına olacak. Herkes bir diğerinin doğuştan gelen, insan olmaktan kaynaklanan ve anayasa ile güvence altına alınan haklarına saygı gösterecek ve kullanılmasına riayet edecektir. İşin bu kısmı bir mecburiyet. Kalan kısım için kimsenin mecburiyeti yok. Rahat olun. “Ben sana saygı duyuyorum” yalanına gerek yok, bana saygı duyma, hakkıma riayet et yeter.