Işıltılı Haşerat

Philip Ridley tarafından yazılan, H. Can Utku tarafından çevrilen, Emre Basalak’ın yönettiği, İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen tiyatro oyunu.

Ollie (açılış repliği):
“Eskiden atalarımız, günahlarını bir papazın kulağına fısıldayarak değil, toplumun gözü önünde anlatırlarmış. Günah çıkarmak değilmiş niyetleri; anlaşılmak isterlermiş.
Hatalarını gizlemek yerine herkesin önünde dökerlermiş ortaya… çünkü affedilmekten çok, görülmek istermiş insan.”

Oyun bu sözlerle başlıyor. Bu cümle aslında oyunun kalbini anlatıyor: İnsan, affedilmekten çok anlaşılmak ister. Bu yüzden yaptığı kötülükleri bile bir şekilde anlamlandırmaya, vicdanına uygun bir kılıfa sokmaya çalışır.

Işıltılı Haşerat —adı bile ironiktir— aslında Asla Yetmez olmalıydı. Çünkü oyun, iktisadın en çarpıcı gerçeği olan “ihtiyaçlar sınırsızdır” teorisinin karanlık yüzünü anlatıyor. İnsan her zaman daha fazlasını, daha büyüğünü, daha ışıltılısını ister; ve bu istek asla, asla, asla bitmez. Asla yetmez.

Jill ve Ollie, sade bir hayat süren, birbirine bağlı bir çifttir. Bebek beklerler. Bir gün Bayan Dee’den bir mektup alırlar: devlet destekli bir proje kapsamında onlara ücretsiz bir ev teklif edilmiştir. “Bölgeye canlılık katacak örnek insanlar” arasında gösterilirler. Jill hemen kabul eder; Ollie kuşkular içindedir ama sonunda o da razı olur.

Yeni evleri ışıltılı bir hayata açılan kapı gibi görünür ama içi bomboştur. Ne elektrik, ne su, ne sıcaklık vardır. Bir gece çıkan bir kargaşada Ollie bir evsizi öldürür. Cesedi bulmak için mutfağa gittiklerinde, az önceki karanlık mutfağın yerinde, son model eşyalarla dolu bir mutfak vardır. Ev, sanki kanla can bulmuştur.

O an anlarlar: Bu evin bir sırrı vardır. Her öldürülen insan, evin bir bölümünü lükse dönüştürmektedir. Ollie, papaz kılığına girip evsizleri “yardım bahanesiyle” eve çağırır. Her bir ölüm, bir odanın tamamlanması, bir eşyanın parlaması demektir. Zamanla bu, sıradanlaşır. Çünkü arzularına yenik düşen insanın kötülüğü meşrulaştırması çok kolaydır. Vicdana ters gelen şeyler, rasyonelleştirilir; “biz de başkalarına fayda sağlıyoruz” diyerek kendini kandırır.

Ev büyüdükçe mahalle de değişir. Eskinin yoksul, sessiz sokağı artık şehrin en lüks bölgesine dönüşmüştür. Komşular da kendi ışıltılı evleri için başkalarının hayatını feda etmeye başlar. Artık kimse evsizleri görmek istemez; çünkü onların varlığı suçun hatırlatıcısıdır.

Derken doğacak çocukları Benjamin için bir oda kalır. Ollie, genç bir evsizi eve getirir. Genç, öldürüleceğini bilir ama “bir çocuğun odasına hayat vereceğini” öğrenince bunu bir kefaret gibi görür. Bir zamanlar kardeşine zarar vermiştir, şimdi bir çocuk için can vermek onu huzura yaklaştırır. Bu sahne, oyunun en dokunaklı anıdır. Çünkü artık kötülük bile anlam kazanmıştır, hatta iyiliğe benzeyen bir şekle bürünmüştür.

Bayan Dee’den ikinci mektup gelir. Yeni bir başlangıç teklif eder ama bu kez iki kat feda gerekmektedir. Jill ve Ollie bütün yaşadıkları acıya rağmen yine kabul ederler. Çünkü insanoğlu doymaz; çünkü gerçekten, asla yetmez.

Oyun, sahnede bir ev hikâyesi gibi görünse de aslında hepimizin hikâyesi.
Her lüks arzusunun, her ışıltı tutkusunun bir bedeli vardır: bir hayat söner, bir vicdan eksilir, bir insanlık payı kaybolur. Hep daha fazlasını isteriz, ama her defasında biraz daha eksiliriz.

Bu yüzden sahnedeki ölümler, yalnızca evsizlerin değil; kendi hayatlarını çalışarak, çabalayarak, bitmeyen bir rekabet içinde eriten insanların ölümleridir. Oyunun sonunda şu soru kalıyor geriye:

“Biz bu ışıltılı hayat için kimleri, neleri feda ediyoruz?”

Ama bu ağır temaya rağmen, oyun olağanüstü bir ustalıkla sahneye taşınmış.
Emre Basalak’ın rejisi sade ama etkili. Neredeyse hiç dekor yok, kostümler basit, ama oyunculuk o kadar güçlü ki, sahnede olmayan her şeyi varmış gibi hissettiriyorlar. Zeynep Mataracı Bektaş (Jill) karakterin dönüşümünü çok doğal ve inandırıcı bir çizgide oynamış. Tunca Soysal (Ollie) ise vicdanıyla arzusu arasında sıkışan adamın iç gerilimini çok güçlü bir biçimde yansıtmış.
Zeynep Sönmez’in birden fazla karakter arasında geçiş yapmadaki başarısı oyuna ayrı bir dinamizm katmış.
Ali Ertekin’in oynadığı evsiz karakterler ise sahnenin vicdanını oluşturuyor.

Ben genelde daha toplumcu, gerçekçi oyunları severim; ama Işıltılı Haşerat uzun zamandır izlediğim en etkileyici yapımlardan biriydi. Bu kadar sade bir sahnede, bu kadar güçlü bir atmosfer yaratmak ancak çok iyi bir topluluğun işi olabilir.

Ve perde kapanırken insan ister istemez düşünüyor:
Belki de hepimiz o evin içindeyiz — bir yandan daha ışıltılı bir hayat isterken, bir yandan kendi vicdanımızdan bir parçayı sessizce feda ediyoruz.