Yalancının Resmi

Mehmet Baydur tarafından kaleme alınan, Serkan Budak’ın yönettiği ve Hasan Yavuz’un son derece etkileyici dekor tasarımıyla sahnelenen bu iki kişilik oyun, İzmir Devlet Tiyatrosu repertuvarının dikkat çeken yapımlarından biri.

Oyun temelde iki kişilik gibi görünse de sahnenin arkasında, viyolonsel, kontrbas, viyola ve klavyeden oluşan; güçlü bir solistin eşlik ettiği beş kişilik canlı bir müzik grubu yer alıyor. Bu müzik düzeni, oyunun duygusal derinliğini artıran, dramatik akışı güçlendiren  bir anlatı unsuru işlevi görüyor.

Hikâye, yalnızlığı bir eksiklik değil, bir varoluş biçimi olarak yaşayan iki insanın etrafında şekilleniyor. Gerçekliği kalabalıklarda değil, yalnızlıklarında arayan; yalnızlıklarıyla mutlu olmaya çalışan bir kadın ve bir erkek… Bir parkta karşılaşıyorlar, konuşuyorlar, ayrılıyorlar; ama sonra birbirlerini özlemeye, merak etmeye başlıyorlar. Ne var ki, biz seyirciler olarak bu iki insanın gerçek isimlerini hiçbir zaman öğrenemiyoruz. Karşımızda anlattıklarıyla sürekli sınırları zorlayan bir anlatıcı var. Nazım Hikmet’le yolculuk üzerine konuşmuş, çiçek masajında içki içmiş bir adam… Pablo Picasso’yla tanışmış; onun bir kâğıda yaptığı karalamayı “yetenekli adammışsın” diyerek yırtıp çöpe atmış ve yıllarca Picasso’nun çizdiği bir sigara paketini cebinde taşımış biri… Denizcilik yapmış, farklı limanlara gitmiş; Yuri Gagarin’le Tanrı üzerine tartışmış; bir parkta Albert Einstein’la karşılaşmış ve Türk sigaralarının iyi olduğu üzerine konuşmuş; Orhan Veli’nin lise arkadaşı ve zaman zaman buluştuğu yakın dostu bir adam…

Bütün bunlar ne kadar inandırıcı? İşte oyun tam da bu sorunun etrafında dönüyor. Anlatılanlar doğru mu, abartı mı, yalan mı? Karşımızdaki insan bir mitoman mı, yoksa gerçeği alışılmış kalıpların dışında yaşayan biri mi? Kadın ve erkek, birbirlerine inanıp inanmama arasında gidip gelirken; seyirci de aynı ikilemin içine çekiliyor. Oyun, yalnızlık, hakikat, kurgu ve inanç arasındaki ince çizgiyi sahneye taşıyor; “hakikat nedir?” sorusunu, iki insanın kırılgan yakınlığı üzerinden ısrarla yeniden soruyor.

Sahne dekoru sonbaharı çağırıyor; özenle yerleştirilmiş, yürüdükçe çıtırdayan yapraklar sahneye güz mevsimi yaşatıyor, sonra fırtınalı bir kar yağışıyla kışa dönebiliyor. Oyuncuların kürkler içinde üşüyebildiğini görebiliyoruz. Oyuncular rol yapmaktan ziyade, iki yalnız insanın yalnızlığını paylaşmasına aracılık ediyorlar. Doğru ile gerçek, gerçek ile gerçek dışı arasında gidip gelen bu anlatıda; zaman zaman bir yakınlık, bir sevgi ihtimali gösteriliyor, seyirci yükseltiliyor; ardından tartışmalarla, mesafelerle yeniden yere basılıyor. Bu iniş çıkışlar yapay dramatik araçlarla değil, son derece doğal bir oyun diliyle kuruluyor.

Güldeniz Türküstün ve Fatih Özyiğit, yalnızlığı, özlemi ve insanı merak etme hâlini yalnızca oynamakla kalmıyor; adeta seyirciye hissettiriyorlar. İki karakter arasındaki gerilim, mesafe ve yakınlık duygusu, oyunculukların inceliği sayesinde sahnede sürekli diri kalıyor. Oyuncular çok uzun replikleri izleyiciye yedirerek ve yaşatarak aktarıyor. Oyun son derece akıcı ve ritmik bir yapıya sahip. Arada nefes almak için esler var. Şarkılar, sahne geçişleri ve canlı müzik, anlatının temposunu kesintiye uğratmak yerine derinleştiriyor. Bu bütünlük sayesinde oyun, yaklaşık bir buçuk saat boyunca seyirciyi nefessiz bırakan, dikkatini hiç düşürmeyen bir izleme deneyimi sunuyor.

İki kişilik oyunlara seyircinin genellikle temkinli yaklaştığı bilinir; sıkıcı olabileceği önyargısı yaygındır. Ancak bu oyun, tam tersine, son derece akıcı, ritmi hiç düşmeyen ve izleyici açısından huzur verici bir deneyim sunuyor. Sessizliği, yalnızlığı ve insanî merakı sahnede çoğaltarak, seyirciyi yormadan içine alan nadir örneklerden biri.

 

Bu biraz benim hikâyem.
Renkli bir hayat; çok farklı mekânlar, çok farklı okullar, birbirinden uzak kariyerler… Ve bütün bunların arasında uzun yolculuklar, geziler, duraklar. Bu yol boyunca tanıdığım binlerce insan, dokunduğum binlerce hayat, biriktirdiğim binlerce anı var.

Bazen anlatırken fark ediyorum; beni dinleyenler, karşılarında bir insan değil de sanki “yalancının resmi” varmış gibi bakıyorlar. Söylediklerim fazla geliyor, yaşananlar inandırıcı bulunmuyor. Oysa abartı yok, süs yok. Sadece dağınık, çok yönlü, düzensiz ama gerçek bir hayat var.

Belki de mesele anlatılanların doğruluğu değil; tek bir çizgiye sığmayan hayatların, başkalarının tahayyül sınırlarını aşmasıdır. Herkesin alıştığı bir hikâye düzeni var; onun dışına çıkan her şey, önce şüphe uyandırıyor.

Ama yine de bu benim hikâyem.
Eksik, fazla, karmaşık, yer yer inanılması güç; ama bana ait ve gerçek.