Değerli tarihçi Rıza Yıldırım hocanın “Tarihe merak saldığım günden bu yana 19. yüzyıldan itibaren Türkiye’de aydınlar ve halk arasındaki kopukluğu hatta zıtlaşmayı anlamaya çalıştım. Uzun süre aydınları suçlamıştım. Ancak kendi başımıza da gelince bunun neredeyse kaçınılmaz bir kader olduğunu düşünmeye başladım.” sözleri üzerine ben de bu konu üzerine düşündüm.
Bu maalesef kaçınılmaz bir kader. Kibir değil, büyük görmek değil, halka inmemek değil. Eğer otoriter sistemler nasıl kurulur, diktatoryaya nasıl evrilir bilmeseydim, denge denetim mekanizmalarından haberdar olmasaydım, belki de berbat ekonomiden dert yanardım sadece.
Cezasızlık iklimini görmesem, “ya bu kadar adaletsizlik her yerde oluyor” der geçerdim.
Yargı önünde herkese aynı muamele yapılmadığını bilmesem, normal işini yapması gereken savcı için bile “yürekli savcı yok mu?” denilmese, ben de “kimin tavuğuna kış demişler ki?” derdim.
İspat külfeti iddia edene değil, suçlanana geçmişse; “at içeri suçsuzsa kendini ispatlasın” gibi ortaçağ anlayışına dönülmemiş olsa; haksızlığa uğrayanın hakkını alacağı şüphe götürmese, “yahu bunlar da her şeyi abartıyor” der, gülerdim.
“Ankara’da hakimler var!” sözü mazide kalmasa, mevcut iktidarın devamı halinde bir kaç yıl içinde tüm yüksek yargıçlarının akp tornasından çıkmış gibi olacağını bilmesem, arada sırada tutan frenin iyice kopacağını görmesem; “ne güzel bak hep beraber çay topluyorlar” derdim. Ne var kıskanma!
Sadece sosyal medyada iktidarın icraatları üzerine değerlendirme yazdığımda annem, babam, arkadaşlarım tarafından “aman dikkatli ol!” diye uyarmasa; eşim okula uğurlarken aman dikkatli konuş diye tembihlemese, kızım “bizi düşün” diye sitem etmese, her şey çok normal gelirdi.
Türkiye’nin tam bir narko devlete dönüştüğünü izlemesem, mafya- bürokrasi-siyaset-terör iç içe geçtiğini fark etmesem, “bu kadar hır gür her yerde olur” diyebilirdim.
Sınırları ortadan kaldırılmış ve yol verilmiş kontrolsüz göçün tedirginlik verici boyuta geldiğini hissetmesem, ne olmuş, “kendi yurtlarında huzur bulamayan insanlara kucak açmalıyız” diyebilirdim.
Verginin ne anlama geldiğini bilmesem, “çalışsınlar da en azından, çalsalar da ne yapalım” diye düşünebilirdim.
Kamu kaynaklarıyla bir grup oligarkın yaratıldığını ve geleceğin bunlara ipotek altına alındığını fark etmesem, “sermaye düşmanlığı yapma” diye suçlardım insanları.
Sabahın 5’inde evinden çıkıp, akşamın karanlık saatlerinde geri dönen, otobüslerin metroların sıkışık yolcularının bunu sadece barınmak ve en temel ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıklarını, mutsuzluğun derinleştiği yüzlerinde görmesem, “buna da şükür, karnımız doyuyor” derdim.
Sadece kendi mahallemde büyüsem, Türkiye’de 18 farklı dil (anadil olarak) konuşulduğunu bilmesem, memleketin farklı kesimlerinden insanlarla tanışmamış olsam, “artık onlar da çok oluyor” derdim. Beka, meka benden sorulurdu.
Medyada hükümet lehine tekelleşme olduğunu önemsemesem, reklam ambargoları, RTÜK cezaları ile karartılan ekranlar, Basın İlan Kurumu yoluyla resmi ilanları kesilen gazeteleri okumasam, gazetecilerin hakkında açılan davaları bilmesem, “her kesimin tv-gazetesi var, daha ne” derdim.
Hükümetin bir yaptığını on yapmış gibi gösteren bir medya ve algı düzenine kendimi kaptırsam, Allah Allah nidalarıyla TOGG’un, geminin bayraktarlığını yapardım.
Sosyal medyada 200 bin paralı trol olduğunu bilmesem, çok da mutlu olurdum.
“Biz kimsenin hayat tarzına karışmıyoruz” sözünün lafta kaldığını, Türkiye’de vergiden kaynaklı fiili bir alkol yasağı, konser ve festivallere karşı düşmanlık olduğunu bizzat yaşamasam, “onlar da içmeyiversinler” derdim.
Anayasa ve İnsan Hakları dersleri vermesem; dünya sıralamasında pek çok Afrika ülkesinin bile gerisine düştüğümüz, şeffaflık, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları konuları için, “zaten bunları kim yapıyor, ecnebiler Türkiye’ye düşman” derdim.
Çaresizliğini, yoksulluğunu utangaç bir dille hatta imayla sıkılarak anlatan ve çare arayan, kamuya girişte yüksek puan almış ve mülakatta elenmiş bir mezun öğrencime sabır dilerken yerin dibine geçmesem; her gün ama her gün mezun olsak da ne olacak hocam, torpilimiz mi var, diye umutsuzluğunu haykıran öğrencilerimi, sabredin sizin de hakkınızı alacağınız günler gelecek diye, boş umut satmak zorunda kalmasam, o irfan yüklü Anadolu halkını tanımak isterdim.
Evet bu bir kader.
“Allah benden alsın onun ömrüne ömür versin” bir fani için söylenebiliyorsa, bunun nedenlerini araştırmak; nasıl oluyor da gücü sevme ve güce yanaşma ve ondan yararlanma konusunda her türlü ahlaki ilke çiğnenebiliyor, bunu anlamak da aydının görevidir.
Evet bu bir kader.
Bilmenin acı çektirdiği, cehaletin huzur verdiği bir kader. Memleketin her gün kendisi için düşünmeyi öncelediği, kişileri sağlığından ve huzurundan eden bir kader. Belki de iç huzuru bulmak için bu kaderi bozmak gerekir.
Su akar yolunu bulur…